Değerli okurlarım, Airporthaber Sitemizde iki hafta önce okuduğumuz bir flaş haber, THY de yıllardır gözümüze sokulurcasına, pervasız bir şekilde yapılan torpilleri, adam kayırmaları bütün çıplaklığıyla yeniden gündeme getirdi. Benim o haftaki yazıma yapılan yorumlarda bu haber konusu ile ilgili düşüncem de sorulduğu için, zaten yazmayı düşündüğüm bu konuyu irdelemeye karar verdim.
Çünkü, THY de torpil-kayırma olgusu “Bekmanlar” örneği ile bir kez daha somutlaşmıştı. Ayrıca, önceki dönemde işe girmiş olanlarla 2002’den sonra işe girdiği halde etkili torpil bulamamış personelin ötekileştirildiği THY de, Müge Bekman’ın haberde anlatılan hikayesine göre, THY kariyerinin ilk döneminde “ötekiler” den biri olduğu kanaatine varmış olmam da beni bu konuda yazmaya sevk etti.
Müge Bekman’ın 1. ve 2. Dönem THY kariyeri özelinde yazının esas konusu, “THY de torpil ve adam kayırma” olmakla birlikte, çoğunluğu oluşturan “ötekilerin” bu olgu karşısındaki ilkesiz tutumunu ve ürkek duruşunu da gözlemleyebildiğim kadarıyla, bu yazıda irdelemek istiyorum.
Haberde, Burak Bekman’ın THY Uçuş Eğitim Başkanı olmasının ardından, eşi Müge Bekman’ın da Kabin Eğitim Müdürü olarak THY’de göreve atanmasının etik dışı bulunduğu vurgulanarak, bu atamanın özellikle uçuş ekipleri ve eğitmenler arasında büyük rahatsızlığa yol açtığı belirtiliyordu.
Müge Bekman’ın THY kariyerinin de kısaca anlatıldığı haberde, bazı durumlarda ziyadesiyle korunup kollandığına dair somut bilgilere ve iddialara da yer verilmişti. Kısaca özetleyelim.
Müge Bekman, THY’de kabin amiri olarak görev yaparken, Mayıs-2012 de Hava İş Sendikasının grevine katıldığı için işten atılmasına karar verilen, yüzlerce personelden biriymiş. Ancak, araya giren hatırlı kişiler sayesinde listeden çıkarılarak görevine devam edebilmiş.
Daha sonra, şirket kuralları gereği izin alması gerekirken, bunu yapmadan bir üniversitede ders verdiği, yani ikinci bir işte çalıştığı anlaşılmış. Böylece bir kez daha işten atılma riski ile karşı karşıya kalan Müge Bekman, bu defa THY’ den istifa ederek ayrılmış. Ama, geçtiğimiz Kasım ayı başında, eşi Burak Bekman’ın sayesinde THY ye yıllar sonra geri dönmüş. Uçuş Eğitim Başkanlığı’nda müdür olmuş.
Burak Bekman’ın, Ağustos 2022 de Uçuş Eğitim Başkanı olmasından 15 ay sonra, eşi Müge Bekman’ın da bu başkanlığa bağlı alt birimlerden biri olan Kabin Hizmetleri Eğitim Müdürlüğü’ne getirilmesini, THY’nin cin fikirli İK uzmanları akılları sıra kitabına da uydurmuşlar. THY’den istifa ederek ayrılmış olan Müge Bekman’ı önce yeni kurulan AJet’de işe alıp; oradan THY Kabin Hizmetleri Eğitim Müdürü kadrosuna oturtmuşlar.
Haberde, eşi Eğitim Başkanı olduktan sonra kendisine THY kapıları yeniden açılan Müge Bekman’ın, muhtemel rakiplerinin de devre dışı bırakıldığı; bu müdürlükte görev yapan 7 ek görevli personelin yer görevlerinin iptal edilip, hepsinin uçuşa gönderildiği de yazıyordu.
Haberin en çarpıcı bölümü ise son paragrafıydı! Bekmanlar bu işe alım vesilesiyle sosyal medyadan (LinkedIn) birbirlerini kutlayıp, hayırlar dilemişler. Bu bölümü, aşağıya aynen alıntılıyorum:
Müge Bekman’ın eşi THY Uçuş Eğitim Başkanı Burak Bekman, LinkedIn‘den karısı için, ’müge hocam hayırlı olsun. Başarılarınızın devamını dilerim. Tebrikler. ‘Diye mesaj attı. Müge Bekman, yani eşi de şöyle cevap verdi: ‘Çok teşekkür ederim Burak başkanım’
Habere oldukça fazla yorum yapıldı. Müge Bekman’ın bu kadroyu hak ettiğini söyleyen birkaç yorumun dışında neredeyse tamamı, bu atamayı etik dışı bulduğunu ifade ediyordu. Özellikle bir yorum dikkatimi çekti. Bu yorum başka bir vahim gerçeğe de işaret ettiği için bunu yazının sonunda ayrıca değerlendireceğim.
Önce bu işe almada ve terfilerde “etik dışılık” konusunu irdeleyelim.
Son 21 yılda, sadece THY örneğinde söylemek gerekirse, iktidar yandaşı olanların bütün kadrolara nasıl abandıklarını hepimiz yaşayarak gördük. Görmeye de devam ediyoruz. Yüzyılın başından beri hüküm süren siyasi iktidar, ilk günden itibaren mevcut kadroları nasıl tasfiye edeceği ve yerlerine nasıl çökeceği konusunda kendisine bir hedef koydu ve bunu istikrarlı, kararlı bir şekilde uyguladı.
Bunu bir dönem Yönetim Kurulu Başkanlığı da yapan Hamdi Topçu’nun, ilk yıllarda kamuoyuna, açıkça ilan ettiği “On yıl içinde THY de 2003 yılından önce işe girmiş kimse kalmayacak.” Sözünden biliyoruz. Dediklerini yaptılar ve bunu yaparken, bırakın etik kaygıları, çoğu örnekte ve durumda görüldüğü üzere, hak hukuk tanımadılar.
Haksız bir şekilde işten attıkları binlerce personel için toplam tutarı milyarlarca TL’yi bulan şirket bütçesinden ödenen tazminat tutarlarını hiç önemsemediler. Yerlerine atadıkları yandaşları seçerken de çağdaş İK kriterlerini değil, her türlü siyasi, dini istismarı ve nepotizmi esas aldılar. Geçen yirmi bir yılda bütün bu çürümeyi, bozulmayı biz mağdurlar tarafında olanlar ise, bizzat yaşayarak, maruz kalarak gördük, tanık olduk, izledik.
Ama, beni bu yazıyı yazmaya yönelten, bu istila değil. İktidara geldiklerinde, seksen yıllık azgın iştihalarıyla kendilerini dışlanmış olarak lanse eden; yıllardır iktidar, mülkiyet, meşruiyet ve itibar açlığı çeken (zihniyet anlamında) AKP li kitlelerin, fırsatı ganimet bilerek (Bekmanlar profilinde belirgin bir örneğini gördüğümüz) ötekileri maruz bıraktıkları arsız, vicdansız çürüme ve çözülme.
Çünkü, bu iktidar döneminde, gelmiş geçmiş en büyük kötülük koalisyonu kuruldu ve her geçen gün kartopu gibi yuvarlanarak büyümekte. Aynı yaşam tarzına ve dünya görüşüne sahip olmadıkları halde, makam, mevki için bu kötülük iktidarına biat edenlerden, itaat edenlerden hatta iş birliği yapanlardan; hiçbir şey yapmıyorsa, “aman! bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışıyla çevresinde olup biten her türlü haksızlığa, hukuksuzluğa, kötülüğe kayıtsız kalanlardan bahsediyorum.
Anladığım kadarıyla, başlangıçta kendisini greve katılacak kadar mağdur hisseden ve bu bağlamda farklı görüşte olan Müge Bekman da nasıl bir değişim, dönüşüm geçirdiyse, önceki şartlarda asla oturamayacağı bir kadroya ve koltuğa dolambaçlı yollardan yıllar sonra oturmayı becerebilmiş.
Bunu kendisine sağlayan THY’den uzakta geçirdiği yıllardaki üniversite hocalığı tecrübesi değildi elbette. Öyle olsaydı, Üniversitelerin Sivil Havacılık bölümlerinde çalışanlar THY de tepeden inme eğitim müdürü olma konusunda önceliğe sahip olurlardı ve biz bunun başka örneklerini de görürdük.
Bunu nasıl başardığı hususu bir yana, bu atamayı Müge Bekman’ın kariyer öyküsü açısından değerlendirdiğimizde; geçmişte işten atılmayı göze alacak kadar kendisi ve arkadaşları adına sendikal mücadele sorumluluğu taşıyan ve bu nedenle işten atılmakla tehdit edilen birinin, yıllar sonra kendisini Müdür statüsünde yeniden işe alanlarla aynı kulvara girmesini, ben şahsen doğal karşılamıyorum.
Sonuçta ne elde ettiğinden bağımsız olarak, bu kabullenişi, zamanında ötekileştirilmiş olan bir kişinin (personelin) etik ve ilkesel planda savrulmuş olması olarak değerlendiriyorum.
Karşı taraftan baktığım durumda da sergilenen tutum bana hiç tutarlı ve etik gelmedi. Bu kişilere, haklı veya haksız, nedeni ne olursa olsun iki defa işten atmaya yeltendiğiniz, neticede istifa etmek zorunda bıraktığınız birini, birkaç yıl sonra neden Müdür kadrosunda, yeniden şirkete geri aldınız? Diye sormayalım mı?
Başka bir ifadeyle, herhangi bir personelden değil, yıllar önce kendisine ve arkadaşlarına haksızlık yapıldığına inandığı için greve destek vermiş birinden ve onu istifa ettirmek suretiyle şirketten göndermiş bir yönetim anlayışından bahsediyoruz. Yıllar sonra iki tarafı aynı hizaya getiren nedir? Hangi ilkesizliktir? Hangi menfaat ortaklığıdır?
Acaba yaşadığımız son yirmi bir yılda kaç insan böyle dönüşümler yaşadı? Daha doğrusu, itaat edenin taltif edildiği; haksızlığa, usulsüzlüğe itiraz edenin mağdur edildiği bu siyasi iklimde, kaç vatandaş etik ve ahlaki değerlerine sahip çıkabildi? Maddi açıdan kaybetme pahasına da olsa, sağlam ve dik durabildi. Asıl sorulması gereken soru bu.
Başka bir ifadeyle ve İngilizce bilimsel tabiriyle nepotizm denen bu kartopu, arsız arsız her gün yuvarlanarak büyürken, hak hukuk dinlemeden her türlü etik ve toplumsal değeri ezip geçerken, daha doğrusu, her türlü arsız ve etik dışı menfaat paydaşımını giderek daha fazla normalleştirirken; biz bu gidişata, bu toplumsal çürümeye ne kadar karşı durabildik?
Yoksa sadece seyrederek (pasif kalarak) veya bizzat önüne kar taşıyarak ayak uydurmaya mı çalıştık? Hem bireysel hem kitlesel planda, biz ötekileştirilenlerin, (ya da kendilerini öteki gibi hissedenlerin) mahşeri vicdanlarında cevaplamaları gereken önemli bir soru bu.
Geçen haftaki yazıma yapılan bir yorumdaki ifadeyle, “millet olarak pasif, tepkisiz, neme lazımcı olmamız, kendi sorunlarımızı hep başkalarının çözmesini beklememiz, iktidar ve yandaşlarına istediklerini daha fazla ve pervasızca yapabilme imkânı vermiyor mu? sorusu da kendi kendimize sorup, cevaplamamız gereken başka bir soru.
Deve kuşu misali tehlike algılayıp; korku ve endişeyle içine soktuğumuz başımızı, kumdan ne zaman çıkaracağız? Kurtarıcı beklemekten ne zaman vaz geçeceğiz?
Diye soruyorum ve yazı çok uzayacağı için şimdilik burada bitiriyorum. Haftaya kaldığımız yerden devam edeceğim…
Yorumlar Tüm Yorumlar (31)